Serter Karataban ile röportaj


Mimar olmak hayaliniz miydi?
Hayır, aslında ağabeyim gibi mühendis olmak ve İ.T.Ü’ye gitmek istiyordum ama bizim dönemimizde üniversite tercihleri sınava girmeden önce yapılıyordu. Tercihlerin yapılacağı son akşam, ben yattıktan sonra babam mimarlığı, makine mühendisliğinin altına yazmış. Meslek hedefim tam oturmamıştı ama lise son sınıfın ilk günü 520 puan alma hedefini netleştirmiştim kafamda ve tam 520 puan aldım. Mimar Sinan Üniversitesi son akşam zaten çok kısa tuttuğum tercih listeme dahil olmuştu ve 520 puanla orayı kazandım. Kendi adıma bilinçli bir tercih yaptım diyemem ancak bazen aileniz sizi sizden daha iyi tanıyor ve şimdi iyi ki o okulda okumuşum ve iyi ki mimar olmuşum diyebiliyorum.

Peki nasıl tepki verdiniz?
Tepki vermedim, kabullendim. İyi ki de makine mühendisi olmamışım. Ama size bir şey söyleyeyim ben belediyede temizlik görevlisi de olsaydım en iyisi olmaya çabalardım, farklılıklara kafa yorar, toplumsal bir fayda yaratmaya çabalardım. Yine üst seviyede iletişim kurmaya çalışırdım, insanları anlamanın yollarını arardım. Benim inancıma göre insan ne iş istiyorsa onu yapsın. Ama iyi yapsın, layıkıyla yapsın. 
Öylesine yapılan şeylerden hoşlanmıyorum.

Öğrencilik yıllarınızı nasıl geçirdiniz? O zamanlar özellikle takip ettiğiniz isimler var mıydı?
Türkiye’de o zamanlar iyi mimar kim, kötü mimar kim çok farkında değildik. Okula ilk girdiğim yıl çok değerli bir hocamızın yanında çalışmaya başladım ve bilgisayar destekli yazılımları öğrenir öğrenmez de neredeyse dışarıda iş yapan tüm hocalara çizim yaptım. Ayrıca sıkı bir Álvaro Siza hayranıydım. Hala çok severim; saygılı, derli toplu ve yalın bir mimarlık anlayışı var. Peter Zumthor da bence mimarlık camiasına çok şey katmış bir insan. Ben mimarlığa; daha düzenli, dingin ve doğrusal hatlardan oluşan son derece yalın bir anlayışla yaklaşıyorum. Organize ama rastlantısalmış gibi duran sürprizli bir mimarlık arayışım var. O yüzden Álvaro Siza’yı beğeniyorum. Hatta 90’lı yılların sonunda ona bir portfolyo göndermiştim. Kabul de aldım; fakat gidemedim. Kısmetimiz buradaymış.

Neden?
Çok domestik bir adamım, annemi, babamı, kız arkadaşımı bırakamadım. Statik hocam gitmediğime çok kızdı, hatta 2001 senesinde hocama; “bir ev alacağım, statik olarak sorun var mıdır bakar mısınız?” dediğimde “Bakmam, sen dünya insanı olmalısın, kendini zincirleme” demişti. Ben de evlenecektim, sonra hakikaten de gelip bakmadı. Ne demek istediğini şimdi daha iyi anlıyorum ama ben burada da dünyadayım.

“Birinci sınıf olarak girdiğim şantiyeden dördüncü sınıf olarak çıktım” demişsiniz. Sözünü ettiğiniz şantiye neresiydi, neler deneyimlediniz?
Benim mimarlık hayatımda çok önemli bir adam vardır; Nihat Gök. Ben okula girdiğim ilk sene Çatalca’da bir şantiyeye girdim. Ama daha çivi ile vidayı ayırt edemiyordum ve orada tüm yaz boyunca, hatta kışın da bir süre sınavlarıma dahi girmeden 7 ay çalıştım. Atatürk; mimarlık, doktorluk ve askerliği birbirine benzetmiştir ve “en iyi komutanlar cephede yetişir” demiştir. Eğer siz sahaya çıkmazsanız mimarlıktan çok bir şey anlamazsınız. Hakikaten 4 senede öğrenilecek şeyin fazlasını 7 ayda ustalardan öğrenmişimdir. Dördüncü ayın sonunda aralarında para toplayıp 18 yaşındaki bir çocuğa keser, testere, alet takımı, yani bir kalıp ustasının sahip olması gereken tüm donanımı hediye etmişlerdi. Çünkü ben onlarla çalışıyordum. Bu iş başka türlü öğrenilmez.

Siz de bir eğitmen olarak, mimar adaylarını nasıl buluyorsunuz? Onlarda eksik bulduğunuz hususlar nelerdir? Kendi döneminiz ile bugünü mukayese ettiğinizde ne görüyorsunuz?
Öncelikle bize göre daha şanslısınız. Çünkü teknolojik enstrümanlar daha fazla. Ben bilgisayarı üniversitede yakaladım. Fakat bilgisayar projeye bir ruh katamıyor. Kafanızdaki bir şeyi bilgisayara aktarırken bir el eskizi kadar iyi sonuç alamıyorsunuz. Ben el çiziminin önemine inanıyorum. Kafamdaki düşündüğüm imgeyi anında 3 boyutlu aktarabilecek teknoloji yarın bir gün belki olur ama şu anda yok. Ama o teknolojik fayda aslında mimarın ya da adayının dezavantajı haline geldi. Dolayısıyla kozmetik bir mimarlık ortaya çıktı. Benim öğrencilere en çok söylediğim şey bu. Bugün dünyada çok ünlü isimler var; fakat ciddi anlamda kozmetik mimarlık yapıyorlar. Baktığınız zaman binalar çalışmıyor, fonksiyon anlamında kötü çözülmüş; fakat inanılmaz fotoğraf veriyor ve o arkasından çıkıp aylarca yıllarca konuşuyorlar. Biz eskiden fikrini oluşturur, hikayesini yazar, sonra projeyi çizerdik. Şimdi proje hasbelkader çiziliyor ve ondan sonra altına fikir yazılmaya başlanıyor. Bunu da çatır çatır bütün dergilerde orada burada yayımlatıyoruz. Onu okuyan, onun gerçekten öyle olduğunu zannediyor. Bir de onlar kadar şanslı olamadıklarını görünce sükut’u hayal oluyorlar, mimarlıktan kopuyorlar. Mimarlığın görsel tarafı önemli ama düşünsel ve fikri tarafı daha önemli. Sorunu anlamak, dingin bir akılla yaklaşıp, uygun çözümü aramak artık adeta demode oldu.

Peki ne yapılmalı?
Şimdi galiba Türkiye’de 161 tane mimarlık fakültesi varmış. Her sene yaklaşık 8-10 bin kişi mezun oluyor. Türkiye’de bu kadar nitelikli mimarlık yapılabilecek bir ortam yok. Her sene bu kadar mezun piyasaya katılacak, ne yapacak bu çocuklar? Bana sorarsanız mimarlık fakülteleri rafine olmalı ve bu durum da ister istemez kaliteyi getirecektir. Mevcut durumu göz önüne alarak, “mimarlık okuyoruz, ne yapacağız?” diyebilirsiniz. Ama dürüst mimarlık yapacaksanız çok merak edip, çok çabalayacaksınız, her şeyi sorgulayacaksınız, her türlü dayatmadan uzak duracaksınız. Ayrıca kendi çabanızla kendi bilgilerinizi ediniyor olmanız lazım. Bilgisayarı iyi bilirken elinizi de çok iyi geliştireceksiniz, oturup sürekli çizim yapacaksınız. Belki de çizim dersleri alacaksınız. Bol bol araştırın ama işin özüne inmeye çalışın.

Mimar Sinan Üniversitesi mimarlık bölümünü bitirdikten sonra felsefe eğitimi almışsınız. İkinci üniversite olarak tercihinizi mimarinin diğer dallarından yana değil de felsefeden yana kullanmışsınız. Hatta bunun projelerinize ve hayatınıza çok etkili olduğunu söylemişsiniz. Bahsettiğiniz o etki nedir ve buna nasıl karar verdiniz?
Hala okumaya devam ediyorum. Öncelikle sorgulamayı öğretiyor. Dogmalardan uzak tutuyor, karar verme, insanların verdiği kararları hissetme, empati kurma, sezgi gücünüzün gelişmesi… Çünkü mimarlık zaten sınırları olmayan bir meslek, mekânsal sınırlamalardan bahsetmiyorum ama düşünsel sınırlama istemediğimiz bir meslek. Bir şeylerin içinde sıkışıp kaldığınız zaman rahat mimarlık yapamıyorsunuz. Belki de felsefeyi tercih etmemin sebebi buydu. Okuyunca; daha analitik, daha bilimsel, bir yandan da çok daha serbest ve özgür mimarlık yapmaya başladım. Yani bana sorarsanız çok faydası oldu hayatımda; çünkü mimarlık öyle bir şey ki bir projeyi yaparken fikrin doğru olup olmadığı ile ilgili anlık kararlar vermeniz gerekiyor. O doğrultuda öznel olmamanız lazım. “Bana göre iyi geldi, çok güzel, hoşuma gitti…” gibi yönergeleri biz kullanmak istemiyoruz. O projenin kendi mekaniği içinde en doğru olanı bulmanız lazım. Çünkü sonsuz alternatif var. Aynı programda bile bambaşka çizimler yapıyorsunuz. Sanıyorum felsefe en çok bana bunu kattı.

1997 yılında TeamFores mimarlık ofisini daha 22 yaşındayken kurmuşsunuz. Bunun için belli bir yeterlilik sizce gerekiyor mu?
Evet, ben okula girer girmez çalışmaya başladım. Bu yüzden ofis açmam ve benim girişimci tarafımı keşfetmem çabuklaştı. İnsanlara nasıl davranmam gerektiğini doğru kişilerin yanında öğrendim. Siz doğruyu isteyin, doğru yerde olursunuz. O yüzden girişimci tarafım ağır basınca bir ofis açtık. Bugünkü aklım olsa herhalde o kadar cesur davranmazdım.

Ofisinizin kurulum aşamasını anlatabilir misiniz? Süreç nasıl gelişti?
Önce iki arkadaştık, sonra kalabalıklaştık. Bir şeyler kazanmaya başladık. O zamanlar her şeyi planlayarak yapamıyorsunuz. Bir yer tutuldu, mobilyalarını kendi el emeğimizle çaktık, biçtik. Kanepeleri, masaları kitaplıkları her şeyi kendi kendimize yaptık. Tabi iş güç yok, ufak tefek yarışmalara girmiştik. O zaman daha mimarlık dünyası kirlenmemişti, kazandıklarımızla başlayıp, sonra yavaş yavaş isim de yapmaya başlayınca şimdi buradayız.

2002 senesinde bir projeniz 3 farklı yerden ödül almış.
Öncelikle ödüllere hiç itibar etmeyin. Onlar zihninizin duruluğunu bozar ama bir yandan da doğru yolda olduğunuzu gösterir. Yine de siz elinizden gelenin en iyisini yaptınız mı, azami çabayı harcadınız mı, önemli olan o. O yarışmalardan birisinde, mimarın ilk yapısı, jüri raporunun özeti şöyle bir şeydi; “ilk yapılarında mimarlar genelde heyecanla bir sürü şeyi dener, bu proje oldukça rafineydi, az malzeme ile oldukça kararlıydı.” Bence şimdi bakınca kötü bile denebilecek bir binaydı, bazı yönleri beni hala rahatsız eder. Buna karşın dingin, kararlı, çok fonksiyonel ve çok rahat çalışıyordu. Örneğin bir otel projem, uzunca bir süre, otelde konaklayan müşterilerin oylarıyla Türkiye’nin o yıl en iyi B&B oteli seçildi. Bana sorarsanız en iyi ödül o. Çünkü kullanan oylamış ve günün sonunda odağında insan olan mimarlık yapmaya çalışıyoruz, demek ki başarılı olmuş bu proje.

Hayırlı olsun bu arada burası da bir buçuk yıl kadar olmuş herhalde.
Evet, neredeyse iki yıl oldu. Hem semt hem de binamız çok güzel, şanslıyız. Üst katta küçük bir kitaplık kurulu, zaman zaman öğrencilerim kendi ödevlerini dahi burada yapıyorlar. Burası yaşayan bir yer oldu, o yüzden ben de seviyorum. Topu topu 5 küçük kat ama aktif bir 5 kat. Yalın, sıcak, dinamik; yaşıyor bu hoşuma gidiyor. Kuruluş süresini, çok hissetmedik herhalde. Çünkü kurarken bir iki tane yarışmalarla gelen şeyler vardı. Bir yandan çiziyorduk, ben de bir yandan para kazanma gerekliliğinden dolayı şantiyeye gidiyordum. O yüzden doğal bir süreçti; kuruldu, iyi ki de kuruldu. Tavsiye ediyor musunuz derseniz, şu anda gençlere tavsiye etmiyorum. Bence önce eğitime devam etmelisiniz.

Ekibinizi nasıl kurdunuz? Ekibinizi kurarken nelere dikkat ettiniz?
Ben kendini doğru ifade edebilen, Türkçe’yi çok doğru kullanan insanlarla çalışmak istiyorum.
Özgeçmiş ve portfolyolara bakarsak, neredeyse yılda binin üzerinde geliyor ve hepsini okuyorum. Çoğuna cevap yazıyorum. Belki cevap yazmadıklarım, çok rahatsız olduklarım olabilir. Hiç fotoğrafı olmayanları değerlendirmemeye çalışıyorum. Eğer kötü bir sokak Türkçesiyle yazılmışsa okumaya devam etmiyorum. Onun dışında bir miktar okul etkili oluyor, biraz devlet okulu arıyorum, önce onlara bakıyorum.

Ofisinizi kurduğunuz zaman size gelen ilk iş neydi? Heyecanlanmış mıydınız?
22 sene önceydi. Bir yarışma sonrası çizim işi, bir de bir tanıdığımdan gelen mağaza cephesi tasarımı. Heyecan duyuyorsunuz tabi ama önemli olan heyecan değil de hakkını vererek yapıp yapamayacağınızın korkusu. İşte o zaten gözünüze uykunun girmesine engel oluyor. Ama o iyi bir korku; çünkü o tarz bir stres insanı aslında iyiye, doğruya götürüyor. Garip gelebilir; hala ilk günkü heyecanımla projelere yaklaşıyorum. İnsan her konuda yaşlanıyor da o konuda yaşlanmıyor. Her yeni proje daha önce tekrarlamış da olsanız yeni birisiyle tanışma, yeni bir şey öğrenme fırsatı. Öyle bakınca zaten kendi içerisinde heyecan verici. Bir de küçücük bir yer de yapıyor olsanız, bir kulübe de olabilir, karşınıza sorunlu biri geliyor. Mimarlık böyle bir şey aslında; bir problemi olan size geliyor. Mekânsal bir problemi var. Bir şey yapılması lazım ve o problemi gerçekten layıkıyla çözebiliyor olmanın ya da çözmeye çalışmanın heyecanı başka bir şey.

2002 yılında Kuyubaşı Fidanlığına ait bir Showroom binası tasarlamışsınız. Sizce bu projenizde sizi başarılı kılan nedir? Bu projeyi hazırlarken böyle büyük bir başarı elde edeceğinizi düşünüyor muydunuz?
Öyle büyük başarı falan yok ortada, mutlu eden bir sonuç diyelim biz. Hem müşteri, hem biz, hem de ziyaretçiler mutlu. İşte buna başarı dersek belki olur ama diğer türlü iddialı oluyor biraz. İlk mimari projemdi, çizimi uzun sürdü ve tek tek ben çizdim, çok uzun süre uğraştım; şantiyesinde yattım, kalktım. Doğal bir ortamın içerisinde; konut, küçük lojman, bir tane cam ofis ve bir de showroom vardı. Övünebileceğim şey burada ve sonrasında yaptığım hiç bir yapıda bir tek ağaç bile kesmemiş olmamdır. Mümkün mertebe yapmamaya çalışıyorum, hatta Zekeriyaköy’de böyle bir projeyi reddettik. Bu da tabi eleştirilebilir bir şey; biz yapsaydık onu belki ağaçları kurtararak yapabilmenin bir yolunu bulacaktık. Orada müşteriyle zıtlaştık. Müşteri tabi her zaman kendince haklı, biz de tercih hakkımızı kullandık ve projeyi yapmadık.

Böyle midir hep?
Hep öyledir. Kuyubaşı Fidanlığı da ormanın içinde ve tamamen brütalist bir mimari anlayışla yapılıyor olmasına rağmen doğaya son derece saygılı bir yapıdır. Benim için önemli olanlardan biri de budur ve ben onu yaptığım zaman 24-25 yaşındaydım. O yaşımdaki düşüncelerim neyse, şimdi onların tabi teorik olarak biraz fazlası vardır. Daha iyi mimarlık yapıyorum diyemem ama aynı şeyler geçerli benim için. Hala aynı saygılı, dürüst mimarlık anlayışı benim için geçerli. Bir takım şeyleri o zamanlar oturtmuştum kafamda ve şimdi hala aynı şeyleri söylüyorum. Tabi ki dünya değişiyor, insanlar değişiyor; bundan yirmi, otuz, kırk sene önceki mimariyi yapıyor olmak mümkün değil. Ama en azından aynı yaklaşımı koruyor olmak önemli.

Şu ana kadar en çok zorlandığınız dönem ne zamandı? Bu dönemi nasıl aştınız?
En çok zorlandığım dönem bu dönem, daha aşmadık, aşacağız umarım.

Neden bu dönem peki?
Mimarlık camiası çok kirlendi. Piyasada iyi mimarlık yapan bildiğimiz mimar arkadaşlarımızdan belki otuz, kırk tane vardır. Hepsiyle oturup konuşuyoruz, yüz yüze bakıyoruz, bir araya geliyoruz. İstiyorum ki hepimiz aynı lisanı konuşalım. Ama mimari etik gerçekten olması gerektiği noktada değil. Bir işin bedeli beş lira ise yan tarafta birisi üç lira verdi diye ona verilmemesi lazım. Piyasada enteresan bir boşluk var. Müşteriler bunun farkına vardı ve bunu kullanıyorlar. Ben de alet olmamayı seçiyorum. Öyle olunca da yarışın dışında kalıyorsunuz. Bu durum da düzelecek, hiçbir şey böyle gitmeyecek. Ben birçok meslektaşıma göre genç sayılırım, kaç tane kriz gördüm bu ülkede. Fakat en kötü kriz bu desek bile bunlar da geçecek. O günler için hazırlıklı olmak lazım. Einstein’ın bir lafı var ya “İnsanı ayakta tutan kemikleri ve kas sistemi değil prensipleridir” diyor. Prensipli kaldığımız sürece bence ayakta kalmaya devam edeceğiz.

Bir röportajınızda konut projelerinde yer almıyoruz demişsiniz. Sebebi nedir?
Çünkü Türkiyede yapılan kentsel dönüşüme inanmıyorum. Kentsel dönüşüm tamamen müteahhit lobisini zenginleştirmek üzerine kurulmuş, son kullanıcıya hiçbir fayda getirmeyen bir dönüşüm projesi. Ben de onun için dahil olmak istemedim. Ofisime birçok iş teklifi gelirdi, hiçbirine girmedik.

Belli bir prensibiniz var, projelerinizi ona sadık kalıp hazırlıyorsunuz. Bunun geri dönüşü size nasıl oluyor?
Bizim projelerde başarısız diyen, kötü yapmışsınız diyen olmadı. Olursa da zaten o kötünün farkındayımdır, öyle bir şey olursa hata yapmadık demek mümkün değil; ama hiç öyle bir şey olmadı gerçekten. Bir de özellikle iç mimari tarafta bir şey uyguluyorsam detay çok önemli benim için. İşte benim mimarideki tek katılığım, çekilmezliğim o. Genelde projelerde hep olumlu dönüş oluyor, negatif bir şey yaşamadım.

İşiniz dışında ilgilendiğiniz herhangi bir uğraşınız var mı?
30 senedir gitar çalıyorum. Müzik insanın kişiliğini oluşturan şeylerin en başında geliyor, bir de mimari ile çok ilintili. 7 nota ile sonsuz alternatif ortaya çıkartabiliyorsunuz. Bunlar mesleki olarak çok fayda sağlayacak şeyler. Çünkü biz gerçekten insan için bir şeyler yapıyoruz.

Bizden bir dünya istiyorlar, her şeye hazırlıklı olmak gerekiyor değil mi?
Doğru, Türkiye’de öyle ara bir dönem oldu ki herhalde mimarlığı sizin kuşağınız kurtaracak. O yüzden ne olur bol bol çalışın. Ben de öğrenciyim. Mimarlık böyle bir şey, size bir şey anlattığım zaman ben de bundan faydalanıyorum. O işe öyle bakmak lazım ve mimarlık öyle öğrenmesi kolay bitecek bir şey değil. Mimar Sinan ölüm döşeğinde “Allah’ım beni affet, öğrenecek ne kadar çok şey kaldı” demiş.

Elif Başlı,
FSMVÜ Lisans Öğrencisi.

Yorumlar

bize yazın

proje501 © 2020. Tüm hakları saklıdır.

Javascript